Ali Sefünç

 

  Anasayfa    Biyografi   Basın ve Sosyal Medya   Fotoğraflar       Makaleler       Kedi Gözü Yazıları

KIRMIZI DALGA

 

Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye doğru aheste beste ilerlerken kaldırımları gözlemliyorum. İki yanında ulu çınarlar yükselen bu yol, tarihi eserler galerisi adeta. Aracımın iki ön camı da açık, yürüyenlerin bazı cümlelerini duyabiliyorum. Bir genç diğerine, “Şimdi gençliğimi yaşamayacaksam, ben hiç yaşamayayım,” diyor. Çınarların gölgesine sığınmış kaldırımlarda akülü scooter kullananlar hüküm sürüyor o sırada. Onlardan biri çocuğuyla yürüyen bir kadına çarpacakken son anda durumu kurtarıyor ama az sonra paket servis motosikletiyle karşılaşınca durmak zorunda kalıyor. Elektrik direklerine gelişigüzel bağlanmış birkaç scooter daha görüyorum. Yaya güvenliğini tehdit ettikleri için Avrupa’nın büyük kentlerinde şikâyetler artmış. Mikro hareketlilik araçlarının motorlu taşıtların yerini alması beklenirken yürüyüşe alternatif olması tuhaf.

Dolmabahçe kavşağındaki trafik lambalarına iki tır boyu kadar uzaktayken kırmızı ışık yanıyor. Yeşil ışığı beklerken gözüm sağ tarafımda kalan stadyuma takılıyor. Eski mimarisini şimdiki halinden çok daha estetik bulduğum statta 70’li yıllarda seyrettiğim maçları anımsıyorum. O zamanki adıyla İnönü Stadyumu’na gelenler ne kadar da sevimli taraftarlardı. Ezeli rekabet yaşayan takımların taraftarları aynı tribünde yan yana barış içinde maç seyrederken birbirlerine sigara, çekirdek veya meyve ikram ederlerdi. Bilet parası vermek istemeyen gözü kara gençler, demir parmaklıklara tırmanarak stadyuma en yüksek noktasından girerdi. Açıldığı 1947 yılında konulan “İnönü Stadı” adını Demokrat Parti 1952’de “Mithat Paşa Stadı” olarak değiştirir. Halk arasında “Dolmabahçe Stadı” diye anılan tesis, 1974’te “İnönü Stadı” adına tekrar kavuştu. Şimdiki adına gelirsek, “Fanfinfon Arena” gibi bir şey oldu..

Birbirine karışan korna sesleri duyuyorum, yeşil ışık yanmış ama önümdeki araçlar hareketsiz. İlerlemeyi neyin engellediğini anlamaya çalışıyorum. Motosikletli bir polis trafiği durdurmuş, uzunca bir resmi araç konvoyuna yol veriyor. Konvoyun geçişi bitmeden kırmızı ışık tekrar yanınca bekleyiş devam ediyor. Bu kavşakta bekleme süresi hayli uzun. Geniş kitlelere hitap ettiği ve büyük paralar döndüğü için çığırından çıkarılan futbolu düşünmeye başlıyorum. Şimdilerde fanatik bir taraftarın hangi takımı tuttuğu, hangi takıma düşmanlık beslediğinden anlaşılıyor. Futbolda takım yazarlığının körüklenmesi entrikaları futbolun önüne geçirdi, sportmenliği komaya soktu adeta. Sevimsiz taraftarlık, siyaset ve futbolla sınırlı kalmayarak hayatın her alanında yaygınlaştı. Kola veya mobil telefon markaları arasındaki tercihin bile fanatik taraftarlığa dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz.

Bir kez daha kornalar çalıyor. Yeşil ışık yanmış, yoluma devam ediyorum. Trafik ışıklarında yeşil dalgayı yakalama olasılığı bence fazla abartılıyor çünkü kırmızı dalgaya takılma olasılığı çok daha yüksek. Birkaç yüz metre ilerleyince Kabataş’a varıyorum. Oradaki kırmızı ışığa da takılmasam hatırım kalırdı doğrusu. Mecburen yine bekleyeceğim. Kabataş, birçok toplu ulaşım hattının kesiştiği ve sıklıkla düğümlendiği bir nokta. İşte bu nedenle günün her saatinde çok kalabalık. Böylesi yerlerde bakışmalar ve çekişmeler de yoğunlaşıyor. Ansızın yola fırlayan yayalarla daha fazla beklememek için sarı ışığı son saniyesine kadar kullanan sürücüler arasındaki mücadele bana gerilim filmlerini anımsatır.

Görüş seviyem denizi görmeme engel. Ben de oyalanmak için Taksim’e doğru yükselen Kabataş yamaçlarına bakıyorum. Üniversite yıllarında arkadaşlarla sıklıkla gittiğimiz Cennet Bahçesi aklıma gelince gülümsüyorum. Gençlik anılarım işte o an beni terk ettiği gibi araçtan atlıyor ve Taksim’e çıkan dik sokakları hızla tırmanmaya başlıyor. Cennet Bahçesi’ne vardıklarında hayal kırıklığına uğrayacaklarından adım kadar eminim. Uzun yıllar önce cebinde çay parası olan herkesin yararlanabildiği birkaç setten oluşan o harika bahçe 1994 yılında Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın mülkiyetine geçmiş. Şimdi orada bankanın eğitim ve dinlenme tesisi var.

Üst düzey bankacılar ve misafirleri o tesiste keyif süredursun, ben Cennet Bahçesi’nin tarihine değineyim biraz. Eserleriyle derin ve renkli izler bırakan Salâh Birsel’in Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu adlı kitabının Cennet Bahçesi’yle ilgili bölümünde şu cümlelerle karşılaşırız:
Ayazpaşa’da Park Otel’in bitişiğindeki Park Pastanesi’nin yanından sapıp hep sağa doğru bir “Z” harfi çizerek yürürseniz Cennet Bahçesi’ne gelirsiniz…
Bahçe set settir. Her setten Üsküdar’ın önleri, Kız Kulesi rahatlıkla görünür. Bizim kahve kuşları en arkadaki sette, kahve ocağının sağına düşen yerde oturur ve çokluk limonata içerler…

Salâh Birsel, bahçenin 40’lı yıllardaki halini anlatırken yerlerin hep çakıl taşı olduğundan söz eder. İlginçtir ki Cennet Bahçesi’nin zemini 80’li yıllarda da çakıl taşlarıyla döşeliydi. Salâh Birsel’in 1940’tan itibaren bahçeye dadandığını söylediği kahve kuşları, dönemin genç yazar ve şairleridir: İlhan Berk, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Melih Cevdet Anday, Edip Cansever, Attila İlhan, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret, Süavi Koçer, Cahit Saffet, Fahir Onger ve daha nice edebiyat, sanat ve kültür insanı Cennet Bahçesi’nde buluşmuş, sohbet etmiş, dertleşmiş, küsmüş ve barışmış. Müzeye dönüştürülmeyi fazlasıyla hak eden böylesi bir yer az bulunur.

Yeşil ışık yandı ama firar eden anılarım hâlâ ortada yok. Onları bekleyecek değilim, nasılsa evin yolunu biliyorlar. Üstelik dolaştıkları sokaklarda daha ne kadar oyalanacakları da meçhul. Gaza gayet kontrollü dokunuyor, aracımı yürüyüş hızında harekete geçiriyorum. Trafik lambasının dibinde birikmiş yayaların bakışlarından niyetlerini okumaya çalışıyorum aynı zamanda. İçlerinden birkaçı her an arabaların arasına dalıp karşıya geçecekmiş gibi bir izlenim bırakıyor bende. Ani fren yapmak zorunda kalabilirim.

İstanbul’un ruhunu ve temposunu kavramış insanlar çoğu kez bakışarak iletişim kurar. Ön saftakilerin bakışlarını şöyle bir tarayınca en riskli kişinin yaşına göre atletik yapılı bir emekli olduğuna karar veriyor ve gözlerimi ondan ayırmıyorum. Yaşı, kırlaşmış saçından ve sakalından belli ama emekli olduğunu nereden anlıyorum? Tabii ki fıldır fıldır gözlerinden ve bulunduğu yerde yaylanmasından. Günümüzün emeklileri, geçmiş yıllarda stadyum parmaklıklarına tırmanan gençlerden çok daha gözü kara bence. Hatırlayalım, daha bir ay önce 66 yaşında emekli bir adam silahlı banka güvenlik elemanının müdahale edemediği silahlı banka soyguncusunun üzerine atılarak onu etkisiz hale getirmedi mi? Getirdi…

Emekli vatandaşımızın kahramanlık haberini dikkatle okudum. Sabah ekmek aldıktan sonra pasajda çay içmiş, her ay emekli maaşı aldığı bankayı eli silahlı birinin soyduğunu anlayınca önce bir sopa aramış çünkü o sopayla soyguncunun eline vurarak silahı düşürmeyi amaçlıyormuş. Etrafta sopa bulamayınca iş başa düşmüş. Gözü kapkara yaşlı kahramanımız olayın devamını bir haber ajansına şöyle aktarmış: “Memurlar oturmuş, ellerini kaldırmış bekliyorlar. İçeride bir sürü adam var, ‘Şunları kurtarayım,’ dedim. Tam giriş kapısından çıkarken yakaladım adamı, maskeyi çektim aldım suratından, sonra yumruk attım. O arada silah patladı. Birinci göğsümden girip çıktı, ikinci mermi de suratımı sıyırdı. Sonra silahı aldım hengamede elinden.”

Kahramanlıklar çeşitli nedenlere bağlı olabilir. Bankayı kurtaran emekli adam belki aksiyonu çok sevdiği, belki de hayatından bezdiği için soyguncuya operasyon düzenlemişti. Ölseydi, banka onun ailesini kurtarır mıydı? Koşullar iyileştirilmezse önümüzdeki yıllarda gözü kara emekli sayısının hızla artacağını düşünüyorum. Bence onların en agresifleri, "Bugün temizlik yapacağım, hadi sen dışarı çık," diyen eşleri tarafından sabah sabah sokağa çıkmaya zorlananlar. Neyse ki herhangi bir delişmen emekliye rastlamadan Kabataş’taki ışıkları geride bırakmayı başardım. Dura kalka Tophane’ye doğru yol alırken Salâh Birsel’in günümüz okurları tarafından neden yeterince tanınmadığını sorguluyorum. Birkaç kitabı aklıma geliyor: Boğaziçi Şıngır Mıngır, Kurutulmuş Felsefe Bahçesi, Halley Kimi Kurtarır, Paf ve Puf…

Ali Sefünç